Özgürlükçü Teolojiden Özgürlükçü Pedagojiye


Ben olsam Müslüman Doğu’daki bütün mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım. Batı’nın aksine, Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafımızın kaynağı budur . 

(A. İzzetbegoviç).

 

 

Dünyanın çoğu yerinde, özellikle de Doğu ve İslam coğrafyasında eğitim, toplumları geliştirmek ve özgürleştirmekten çok onları formatlamanın bir enstrümanı olarak işlev görür. Bu tespit doğruysa, böyle bir eğitim, icra edildiği toplumları güçlendirmek, özgürleştirmek ve yeni bir medeniyetin kurucu unsuru haline getirmek bir yana, tam aksine, varsa böyle bir ihtimali ortadan kaldırma amacına yönelmiş demektir.        

Coğrafyamızın bu marazlardan kurtulmasında özgürlükçü pedagoji anlamlı bir potansiyele sahip olabilir. Fakat özgürlükçü bir pedagoji ancak özgürlükçü bir teoloji üzerine inşa edilebilir. İslam coğrafyası, birey ve toplumu özgürleştiren bir eğitim inşa etmek, biz ve ben dengesini kurmak, heroizm, kurtarıcılık, kahramancılık, kişiye tapınmacılık, lider yüceltisi ve devlet kutsamacılığı gibi illetlerden kurtulmak istiyorsa öncelikle yapması gereken şey özgürlükçü bir teoloji inşa etmek olmalıdır.

Bu, İslam dünyası için bir hayat memat meselesidir. Bunun başarılması, İslam adına, dünyada ikinci bir büyük devrime yol açacaktır. Bunu başaramadıkça ise ne okuyan, araştıran, üreten bir nesil yetiştirebilmek ne de sağlıklı bir birey-cemaat ya da devlet-toplum ilişkisi geliştirebilmek mümkün olmayacaktır. 15 Temmuz bunu açıkça göstermiştir. Dindar Anadolu çocuklarından darbeci üreten hastalıklı yapılar maalesef bu çarpık zihniyetten beslenmiştir. Oysa Allah, insanları birbirinin egemeni olsun, birbiri üzerinde otorite kursun ve köleleştirsin diye değil özgür, eşit ve paydaş olarak adalet, özgürlük ve güzelliklerle dolu bir dünya kursunlar diye yaratmıştır.    

Değerli düşünce insanı Rasim Özdenören`in isabetle tespit ettiği üzere, batıda din kültürün bir unsuru iken, biz de kültür dinin bir yansımasıdır. Bu tespit, İslam coğrafyasının ne üretecekse İslam`dan yola çıkarak ve İslam tasavvuru içinde kalarak üretmesi gerektiği anlamına gelir. Zira bu toprakların tarihi, kültürü, sanatı, edebiyatı, inancı kısaca her şeyi İslam`la yoğrulmuştur. İslam, bu toprakların canı, kanı, her şeyidir. Bu topraklardan İslam`ı çekip alırsanız geriye pek bir şey kalmaz. İslam, bu topraklar için, diğer dinlerin kendi coğrafyaları için ifade ettiğinden çok daha fazlasıdır.

Bu yüzden bu topraklarda İslam, sadece dindarların meselesi değildir. O, inanan ya da inanmayan, dindar ya da seküler, sağcı ya da solcu herkesin ortak meselesidir. O halde yapılması gereken şey, İslam’ı en doğru şekilde anlamak ve yaşadığımız çağın ihtiyaçlarını dikkate alarak yapacağımız yorum ve içtihatlarla İslam düşüncesini zenginleştirmek olmalıdır. Özne olan insandır. İnsan kendini geliştirdiği sürece inancını, toplumunu ve medeniyetini de geliştirir. Bu anlamda İslam, coğrafyamızın bugünkü geri kalmışlığımızın sebebi değil, Müslümanların özne olmaktan vazgeçmesinin yol açtığı sürecin kurbanıdır.    

Teolojinin temeli sayılan yaratıcı-insan ilişkisini efendi-köle ilişkisi olarak gören çarpık din anlayışı bütün coğrafyamızı etkisi altına almış görünmektedir. Bu ilişkinin efendi-köle ilişkisi olarak algılanması, maalesef günümüzde devlet-insan; birey-cemaat; amir-memur; patron-işçi; komutan-asker ve daha birçok alanda çarpık itaat anlayışını beraberinde getirmiştir. Zira Tanrı anlayışı çarpık olan bir toplumun/topluluğun her şeyi çarpık olur.

Böyle bir kültür ve bu kültürün beslediği eğitim sisteminde asla okuyan, araştıran, sorgulayan, bilim, sanat ve teknoloji üreten nesiller yetişmez, yetişse yetişse efendisinin şarkısını çığıran köleler yetiştirir. Koca İslam dünyasından bir tek üniversitenin bile dünyada ilk 100 üniversite arasına girememesi; altmışa yakın İslam ülkesinin bir Almanya kadar ekonomi, bir Japonya kadar bilim, bir İsviçre kadar inovasyon üretememesi; İslam dünyasındaki hukuk, insan hakları ve demokrasi standardının bir türlü istenilen seviyeye çıkamaması ya da coğrafyamızı kuşatan yoksulluk, yolsuzluk ve şiddet dalgası bu kültürden bağımsız düşünülebilir mi? Bütün bunları “üst akıl” ya da “yabancı parmağı” kolaycılığıyla açıklayabilir miyiz.

Oysa Kuran’a göre Allah insanların/inananların velisidir. Yani İslam düşüncesinde Allah-İnsan ilişkisi, diğer birçok dinde olduğunun aksine efendi-köle ilişkisi değil, bir velayet ilişkisidir. Yani sevgi, dostluk ve yoldaşlık ilişkisi...

M. İkbal`in de ifade ettiği gibi "İslam, insanoğlunun Allah ile birlikte yaptığı tarihsel yürüyüşün adıdır". İki özgür varlığın birlikteliğidir burada söz konusu olan... Her ikisinin de özgür olması Allah`ı (CC) rabb, insanı da abd olmaktan çıkarmaz. Hz. Ali`nin dediği gibi köle tanrıdan korktuğu için ibadet ederken, özgür bir Müslüman Allah`ın güvenini, sevgisini ve dostluğunu kaybetmekten korktuğu için ibadet eder.

Özgürlükçü teolojinin öncülerinden sayabileceğimiz M. İkbal’e göre Allah’ın yaratması başlayıp biten bir şey değildir. Yaratma süreci her an devam etmekte ve yaratılmış bir varlık olan insanın kendisi de bu yaratılış serüveninde aktif rol almaktadır. Aşağıdaki şiir İkbal’in bu konudaki görüşlerini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.

 

Sen geceyi yarattın, ben ise lambayı yaptım;

Sen çamuru yarattın, ben ise vazoyu yaptım!

Sen ormanları, dağları ve çölleri yarattın,

Ben bahçeler, bağlar ve bostanlar yaptım!

Ben ki taştan aynalar yapar,

Ve zehirden iksirini çıkarırım.

Bu yüzden İslam dünyası öncelikle, Emeviler döneminden itibaren başlayan ve bazı araştırmacıların “Kur’an sonrası ideoloji” olarak tanımladığı, yaratıcı-insan ilişkisini bir velayet ilişkisi olmaktan çıkarıp efendi-köle ilişkisi olarak yeniden formatlayan; yönetimin belirlenmesinde demokratik uygulamaları, rıza ve katılım şartını ortadan kaldıran; monarşiyi (hanedanlık, sultanlık, krallık) meşrulaştıran; zulme rıza geleneğini başlatan; hakem devlet yerine hâkim devleti ikame eden; kadını toplumun dışına iten; yöneticileri sınırsız yetkilerle donatan; uydurma hadislerle dine eklemeler yapan ve dini zorlaştırarak insan tabiatıyla çatışır hale getiren; liyakat ve ehliyet sistemi yerine itaat ve sadakat sistemini kuran; “dinde zorlama yoktur” ayetine rağmen irtidat edenin öldürülmesi gibi fikir ve uygulamaları dine sokuşturan kültürü sorgulamakla işe başlamalıdır.

 

Bütün bunlarla yüzleşmeden yol almaya çalışmak, böyle bir din anlayışından ve bu anlayışıyla yetişen dindar nesillerden bir yarar beklemek ya da bu anlayıştan beslenen hastalıklı yapıları sadece suçlamakla meşgul olmak, eğer ikiyüzlülükten, illüzyon sevdasından ve bu uyku transını devam ettirme arzusundan kaynaklanmıyorsa cehaletten kaynaklanıyor demektir. Bu yüzden, bu marazlardan kurtulmak ve yeni bir inşa süreci başlatmak istiyorsak yapılması gereken şey, bir zamanlar başardığımız şekliyle yeniden özgürlükçü bir teoloji ve ondan beslenen özgürlükçü bir pedagoji inşa etmek olmalıdır.