Liderlik ve Biz Bilinci

 

Liderlik ve Biz Bilinci                

Değerli iletişimci D. Cüceloğlu insanlarda biz bilincinin ortaya çıkışı ve gelişimiyle ilgili şu tespitte bulunur. “İnsanlar, çocukluktan itibaren bir yetişme ve olgunlaşma sürecine girerler. Bu süreç onları, sırasıyla “Sen Anlayışı”, “Ben Anlayışı” ve “Biz Bilinci”ne ulaştırır”.

Çocuklar küçük yaşlarda yetişkinlerin kendilerinden daha güçlü ve beceri sahibi olduklarını gözlemleyebildikleri için onların karar ve kanaatlerini kendi karar ve kanaatlerinden daha çok önemserler yani bu çağlarda onlarda hakim olan anlayış “sen anlayışı”dır. Ergenlik yaşlarında kendilerini daha çok önemsemeye başlarlar ve bu çağlarda da “ben anlayışı” öne çıkar. Gelişme süreçleri sağlıklı işlemeye devam ederse genç sağlıklı bir iletişim ve işbirliğinin ancak “biz bilinci” ile mümkün olacağını anlar ve orada karar kılar.

Anne ve babalar bu süreçlerin farkında olurlarsa çocuğun davranışını anlayış içinde karşılar ve bu sürecin sağlıklı bir şekilde tamamlanmasında ona yardımcı olurlar. Aksi takdirde ömür boyu “Sen Anlayışı” ya da “Ben Anlayışı”nda kalan çarpık kişilikler ortaya çıkabilir. Bu sonuç bizim ülkemizde sık rastlanılan bir durumdur maalesef. Yetişkin olup sen ya da ben anlayışına saplanıp kalmış insan sayısı hiç de az değildir.

“Sen Anlayışı”nın temelinde yanlış aile eğitimi yatar. “Ben Anlayışı” baskın birinin çevresinde yetişen biri “Sen Anlayışı”nı yaşam biçimi olarak geliştirir. “Sen Anlayışı”nın temelinde acizlik duygusu yatar. Bu kişilerde üretkenlik, inisiyatif kullanma, karar verme kabiliyeti, sorumluluk üstlenme duygusu gelişmez. Sürekli başka birinin gözetiminde çalışmak eğilimindedirler. “Sen söyle ben yapayım” yaklaşımına sahiptirler.

“Ben Anlayışı”nın temelinde ise “En iyi ben bilirim” duygusu yatar. Diğer insanlara güvenmeme, onların aciz olduğunu düşünme, onları denetlemeye kalkma bu anlayışın en tipik özelliğidir. “Ben Anlayışı” içinde olan kişiler, başkalarıyla işbirliği yapamaz, ekip çalışmalarına uyum sağlayamaz ve insanlarla eşit ilişkilere giremezler. Çoğu zaman tek başına kalmaya mahkûmdurlar. Bunun temelinde de yanlış aile eğitimi vardır.

Bir de “biz” bilinci vardır. Bu bilinç hayatın doğasını yansıtır. Kişinin hem ait olma hem birey olma, hem de güçlü olma gereksinimleri bu anlayış içinde karşılanır” (Cüceloğlu, 1996).

Hiçbir organizasyon sürekli “her şeyi en iyi ben bilirim” diyen “ben” bilinçli ya da bir başkasına “her şeyin en doğrusunu siz bilirsiniz efendim” diyen “sen” bilinçli bir insanla başarıya ulaşamaz. Her iki yaklaşımda problemli yaklaşımlardır. Her iki yaklaşıma sahip insanlar da ekip çalışması yapamaz ve insanlarla uzun soluklu bir beraberliği sürdüremezler. Bu arazlı yaklaşımlar ancak, insanların “biz” bilincine sahip olmasıyla aşılabilir.

İnsanlar, ancak, “ben” bilincinin “küçük dağları ben yarattım” psikolojik sapması ile “sen” bilincinin “güce ve güçlüye tapınma” zilletinden kurtulduğunda “biz” bilincinin gerçek doğasını kavrayabilirler. Böyle bir yapı içinde insanlar, insanca yaşamayı, insanca çalışmayı ve Nazım Hikmet’in dediği gibi “Bir ağaç gibi tek ve hür. Bir orman gibi kardeşçe” olmayı başarabilirler. Ya da M. İkbal’ ın ifadesiyle “Hem kervanla yürür, hem de yalnız olmayı” gerçekleştirebilirler.

Yine, insanlar böyle bir yapı içinde, aşırı bireyciliğin yalnızlaştırıcı ve yabancılaştırıcı anaforuna kapılmadan birey olarak kalmayı başarabilir ve bunun yanı sıra toplumsal sorunlara karşı duyarlı olmayı öğrenebilirler. Zira insanın bireysel yetenek ve farklılıklarını yok sayan aşırı kolektivizm ne kadar problemli bir yaklaşımsa, aşırı bireyciliğin yol açtığı toplumsal sorunlara duyarsızlık da o kadar problemli bir yaklaşımdır. M. L. King’in dediği gibi, “İnsan, kendi dar kişisel sorunlarının içinde boğulmaktan kurtulup onların üzerine çıktığı ve insanların tümünün sorunlarıyla ilgilenecek hale geldiği zaman yaşamaya başlar. Ve önem verdiğimiz olaylara sessiz kaldığımız gün yaşamımız son bulur”. 

“Biz Bilincine dayalı yönetim, çalışanlardan birinin beğenmediği bir şey olduğunu öğrendiği zaman,  o kişiyle iletişime geçerek sorunu beraberce çözme yoluna gider. Bir lider yönetici, kendisine iletilen bir düşünceye, daha önce kendisi düşünmüş olsa bile, “Ben bunu daha önce düşünmüştüm, ben bunu zaten biliyordum,” gibi bir cevapla karşılık vermez. Bu tavır, özgüven eksikliğinden ve hemen hiçbir ciddi başarıya imza atamamış olmaktan kaynaklanan bir tavırdır. Bunun yerine, “Bunu düşündüğüne sevindim. Bunun üzerinde beraberce düşünmeye devam edelim,” gibi teşvik edici sözlerle yanıt verir. Çalışanları eleştirmek yerine, nasıl düşünüleceği hakkında yol gösterir. Sürekli, elemanların güçlü yönlerini keşfeder ve onları yüceltir. Çalışanların gelişimi, yöneticinin önemle üzerinde durduğu odak noktasıdır. Kimin haklı olduğu ile değil, neyin doğru olduğu ile ilgilenir. Yarışmanın kişiler arasında değil, her bireyin kendi içinde olması gerektiğinin farkındadır” (Cüceloğlu, 1996). 

Günümüzde batı ve doğu toplumları incelendiğinde bir tarafın, toplumsal sorumluluktan kopmuş aşırı bireyciliğin problemleriyle uğraşırken, diğer tarafın ise henüz bireyi ortaya çıkarmakta ciddi sorunlar yaşadığı görülür. Bir taraftan ifrat boyutuna dayanmış toplumsal atomizasyon, diğer taraftan parçanın bütün içinde kaybolmuşluğu...

Bugün ülkemizde gerek ulusal boyutta ve gerekse sivil toplum ve cemaatler boyutunda, henüz aşılamayan problemlerden biri de birey olma ile toplumsal sorumluluk bilinci taşıma arasındaki dengedir. Aynı coğrafyada yaşayan insanlar olarak, bir millet olmanın ötesinde, onlarca dini, mezhebi ve etnik kimlikler ediniyor, bu alt kimliklerin sayısı arttıkça, her kademede biraz daha birey olmaktan uzaklaşıyor, özgünlüğümüzü ve özgürlüğümüzü biraz daha kaybediyor ve gittikçe daha çok yığın özelliği göstermeye başlıyoruz. Bunun sonu ise; “Şeyhin elinde mürit, gassalın elinde meyyit” anlayışına gelip dayanıyor.

Yukarıdaki anlayışın, eğitimli kesim ya da bürokrasideki yansıması ise, “hemşehricilik”, “nepotizm” ya da “çıkar grubu” olarak tezahür etmektedir. George Orwell’in ünlü romanı “Hayvanlar Çiftliği”nde çiftliği ele geçiren domuzların, çiftliğin anayasasının başına koydukları “Bütün hayvanlar eşittir, fakat bazıları daha eşittir” anlayışında olduğu gibi... Böyle bir toplumsal Formasyonda, düşüncenin gelişmesi, farklı yeteneklerin inkişaf etmesi, bir medeniyet tasavvurunun ortaya çıkması elbette ki mümkün olmayacaktır.  

Türkiye’de demokrasinin sağlıklı bir şekilde işletilememesinin temel nedeni de özgürlükten korkan insanların “aile tipi” yapılanmalara” (aşiret, cemaat, mezhep, etnisite vs) sığınmalarıdır. Siyasi partilerdeki lider sultalarının aşılamama nedeni de, ‘hemşehricilik’ olgusunun bu kadar yaygın olmasının nedeni de budur. “Akraba kayırma, eş dost kayırma gibi özde bir grubun ötekisi üzerinde hâkimiyet kurması anlamına gelen anti-demokratik çarpıklıkların nedeni de Türkiye insanının yetişkin birey olmanın getireceği yalnızlıktan korkmasıdır. Böylece radikal bir adım atıp kendimiz için düşünüp, kendimiz için yaşamaktansa, kabul gören düşünceleri benimsiyor, kabul gören yaşam tarzlarını tekrarlıyoruz” (Alatlı, 1999).

Beş altı yaşındaki çocukların yemeklerini hala annelerinin yedirmeye çalışması, evlendikten sonra bile çoğu durumda aileyle birlikte yaşamaya devam edilmesi, yirmi beş yaşındaki bir delikanlının evleneceği kızı bile ailesinin belirlemesi vb tutumlar hem bu yaklaşımlardan besleniyor hem de onları besliyorlar. Yine seçimlerde siyasi temsilcilerin belirlenmesi gündeme geldiğinde birçok bölgede liyakat ve ehliyetine bakılmaksızın aşiret reisi ve tarikat şeyhlerinin seçilmesi de birey olmaktan ziyade yığın olarak hareket etmenin bir sonucudur. Doğrusu “bir orman gibi kardeşçe” yaşamayı başardığımız söylenebilir, fakat ne yazık ki “bir ağaç gibi tek ve hür” yaşadığımız oldukça kuşkuludur.

Kendi kararlarını kendisi alabilen, sorumluluk üstlenebilen, risk almaktan çekinmeyen, kendi ayakları üzerinde durabilen ve her şartta hayata tutunmayı başarabilen insanlar yetiştirmek eğitim sistemimizin en önemli hedeflerinden biri olmalıdır. Zira alabildiğine belirsizliklere ve değişime açık günümüz dünyasında etkin bir yaşam sürmek ve var kalmaya devam etmenin yolu bundan geçmektedir. “Çocuklarınızı sizin değil, onların yaşayacağı çağa göre yetiştirin” diyen Hz. Ali bunu kastetmiş olsa gerektir.  

Birey olamadan, aile, cemaat, aşiret ya da toplum olmanın temel sebebi, hayata tek başına tutunamama ve bağımsız bir birey olmanın getireceği sorumluluğu taşıyamama korkusundan kaynaklanan özgüven eksikliğidir. Oysa aile, cemaat ya da toplum tek başına ayakta kalmayı başaramayan insanların birbirlerine tutunmak için bir araya gelmesiyle değil, üretken, özgün, bağımsız düşünebilen, kendi kararlarını kendisi alabilen ve tek başına da kalsa hayata tutunmayı başarabilen insanların bir araya gelmesiyle oluşmuşsa anlamlı olacaktır. Başka türlü tek değişen şey niceliğin boyutları olacaktır.