Eğitim ve Felsefe

 

Eğitimde Felsefenin Yeri ve Önemi

                                                            Felsefesi olmayan bir milletin mektebi olmaz (N. Topçu).

                                                            Toplumlar, felsefi temelleri kadar sağlamdırlar (A. Alatlı).

                                                            Felsefesiz yaşamak, gözü kapalı yaşamaktır (R. Descartes).

Nasıl ki, düşünce olmadan, eylem olmazsa; belirlenmiş bir eğitim felsefesi olmadan da bir eğitim anlayışı ve eğitim sistemi olmaz. N. Topçu, bu gerçeği “Felsefesi olmayan bir milletin mektebi olmaz” sözüyle ifade etmiştir. Eğitim felsefesi, eğitim uygulamalarına yön verir, eğitim çalışmalarını yönlendirir, insanların hangi amaçlar için nasıl yetiştirileceği konusunda yol gösterir ve eğitim çabalarının coğrafya, tarih, insan, toplum ve kültürel özelliklere uyumlu olarak sürmesini sağlar.

Eğitim açısından felsefenin en önemli görevi, eğitim için bir değerler ve hedefler sistemi geliştirmektir. Felsefe bunu yaparken toplum gerçeğinden yola çıkar; yani toplumun kültürel değerlerini, insan ve toplumsal özelliklerini dikkate alır. Eğitim ise, felsefe tarafından ortaya konulan bu ilke ve hedeflerin nasıl gerçekleştirileceği ve istenilen özelliklerin insanlara nasıl kazandırılacağıyla ilgilenir.

Kısacası, bir eğitim sisteminin temel hedefleri ve felsefesi, ilgili kişi ya da toplumların, inançları, örf ve gelenekleri, tarihi geçmişleri, gelecek tasavvurları, insan ve toplum özellikleri, hatta iklim ve coğrafi durumları dikkate alınarak belirlenmelidir. Aksi taktirde, yabancılaşma, toplumsal çözülme ve kaos kaçınılmaz olur.

“Eğitimi; insanı, bedensel,  zihinsel, duygusal ve entelektüel yönden geliştirme, bir ilişkiler ağı ortamında toplumsallaştırma, milli kültür, evrensel değerler ve ahlaki erdemlerle donatma ve etkin bir yaşam sürmesini sağlayacak bilgi ve beceriler kazandırma çabalarının toplamı” olarak tanımlayabiliriz.

İlk çağlardan beri, eğitimin amaçları konusunda görüşler ileri süren düşünür ve eğitimciler konuyu genel olarak birey ve toplum açısından ele almışlardır. Eğitimin bireysel hedeflerine ağırlık veren düşünür ve eğitimciler, bireyi temel alan ve daha özgürlükçü bir eğitim anlayışını savunurken, toplumsal hedeflere ağırlık veren düşünür ve eğitimciler ise toplumcu ve disiplinci bir eğitim anlayışını öne çıkarmışlardır.

Bu ayrışmanın bir sonucu olarak, tarihsel süreçte biri birey, diğeri toplum eksenli olmak üzere iki eğitim anlayışı gelişmiş ve bugünlere taşınmıştır. Bu iki yaklaşım günümüzde “öğrenci merkezli eğitim” ve “öğretmen merkezli eğitim” tanımlamalarında da kendini göstermektedir. Dahası, bu yaklaşımlar fertçi ve hürriyetçi eğitim, toplumcu ve disiplinci eğitim olarak da adlanmaktadırlar.

Din, devlet, vatan, eğitim kurumları kısaca her şeyin birey için olduğunu, bireyin baskı altına alınmaması hatta tam tersine özgür bırakılması gerektiğini ileri süren “Bireyci ve özgürlükçü” eğitim anlayışı, Batıda, Rousseau, Ellen Key, Herbart Spencer ve Jean Marie Guyeau gibi düşünürler tarafından savunulurken, ülkemizde ise Satı Bey ve Prens Sabahattin gibi eğitimci ve sosyal bilimciler tarafından temsil edilmiştir.

Grup, cemaat ve toplumu, bireyin önüne alan ve tüm bireylerin toplumun çıkarları doğrultusunda şekillendirilebileceği görüşünü savunan “Toplumcu ve disiplinci” yaklaşım ise, batıda Eflatun, Hegel ve Durkheim gibi düşünürler tarafından, ülkemizde ise, Ziya Gökalp, Emrullah Efendi ve İ. H. Baltacıoğlu gibi isimler tarafından savunula gelmiştir. Ancak, ülkemizde son dönemlere kadar uygulanan, temelde toplumcu ve disiplinci bir tona sahip eğitim anlayışı üzerinde bugüne kadar en çok etkili olan iki isim dışarıda Durkheim, içeride ise Z. Gökalp olmuştur.

Eğitime psikolojik yaklaşım olarak da bilinen “Bireyci ve özgürlükçü” eğitim anlayışının siyasi ve sosyal yansımaları demokratik, âdemi merkeziyetçi ve özgürlükçü toplumsal modeller olarak ortaya çıkarken, eğitime sosyolojik yaklaşım olarak da bilinen “Toplumcu ve disiplinci” eğitim anlayışının siyasi ve sosyal yansımaları ise merkeziyetçi, totaliter ve baskıcı toplumsal modeller olmaktadır.

Bireyci ve özgürlükçü eğitim anlayışında; fertlerin ilim, düşünce ve sanatta hür bir ortam içinde ilerlemeleri daha kolay ve hızlı olurken diğer taraftan toplumsal sorumluluk bilincinin zayıflaması, özgürlüğün başıboşluğa, sorumsuzluğa ve nihayetinde anarşiye dönüşmesi riski söz konusu olmaktadır. Günümüzde popüler olan ve son yıllarda Türkiye’nin de geçmeye çalıştığı, yapılandırmacı, oluşturmacı, inşacı ya da öğrenci merkezli eğitim olarak bilinen yaklaşımlarda fertçi ve hürriyetçi eğitimle benzer idealleri paylaşırlar.

Toplumcu ve disiplinci eğitim anlayışında ise, toplumun ve devletin çıkarları aşırı önemsenir ve bireyin çıkarlarına tercih edilir. Burada, devletten bireye doğru işleyen bir süreç söz konusudur. Devlet tanımlayan, birey tanımlanandır. Sonuçta bu tür ortamlarda ifade, düşünce ve inanç özgürlüğü sağlanamamakta ve insanlar baskı altına alınmaktadır.

En kötüsü ise, çoğu durumlarda tüm bu uygulamaların, toplumun, ülkenin ya da devletin çıkarları denilerek, bir avuç oligarşinin egemenliklerinin devamı ve çıkarları için yapılıyor olmasıdır. Bugün, bunun örneklerini, halkla devlet arasında siyasi meşruiyet sorunu yaşanan birçok ülkede görmek mümkündür. Faşist ve komünist ülkelerde bu çarpıtma, devletin çekirdeğine yerleşmiş bir zümrenin çıkarları adına yapılırken, kapitalist ülkelerde komprador burjuvazi adına yapılmaktadır. 

Nasıl ki ilaçla tedavide dozun iyi ayarlanması çok önemliyse, birey ile toplum, özgürlük ile disiplin, yerellik ile evrensellik arasındaki dengenin ayarlanması da çok önemlidir. Bunların hepsi, bir diğerine kurban edilemeyecek kadar önemli olgulardır. Gerçekten toplumun çıkarları öncelenerek eğitim sistemine belirli bir içerik ve Form kazandırılabilir. Ancak, önemli olan bunun gerçekten toplumun, milletin ve ülkenin yararına yapılıyor olması ve toplumsal uzlaşma sonucu belirlenmesidir. Yoksa belirli bir eğitim anlayışı, toplum adına denilerek, belirli bir çıkar grubunun hırs, çıkar ve egemenliklerini garanti altına almak amacıyla dayatılıyorsa orada bir illüzyon, bir kandırmaca var demektir.

Yukarıda bahsedilen eğitim yaklaşımlarının her ikisi de birbirine zıt özellikler taşımalarına rağmen, eğitim tarihi boyunca uygulana gelmiştir. Bu onların her ikisinin de doğruluk payı taşımalarından ve bazı yönleriyle insan ve toplum gerçeğine yaklaşmalarından kaynaklanıyor olsa gerektir. O halde yapılması gereken bireysel, toplumsal ve küresel boyutları beraberce önemseyen ve bireyi, toplum ve tabiatla uyumlu bir şekilde geliştiren bir eğitim yaklaşımının cari kılınmasıdır.

Aslında, eğitimcilerin üzerinde düşünmeleri ve çözüm bulmaları gereken ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Acaba, hem ferdin hürriyetlerini garanti altına alan, hem toplumun değer yargılarını, disiplin anlayışını, dayanışma ruhunu ve karşılıklı güven ortamını koruyan, hem de tüm insanlarla aynı dünyayı paylaşma bilinci kazandıran bir eğitim felsefesini nasıl cari kılabiliriz.

Evrensel boyutlu düşünmenin yanı sıra yerel yaşamasını bilen, özgür ve bağımsız olmanın yanı sıra toplumsal bilinçten kopmayan… Ya da N. Hikmet’in bir şiirinde geçtiği üzere, insanların; “Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” yaşayabilecekleri, ya da Muhammed İkbal’in ifadesiyle “Hem kervanla yürüyüp hem de yalnız olabilecekleri” bir eğitim uygulamasını nasıl gerçekleştirebiliriz.

Tüm bunlar; eğitim hedeflerinin hem birey ve toplum açısından, hem de küresel kaygılar açısından ele alınması gereğini ortaya koymaktadır. Coğrafi açıdan aşkın vatanı doğu ile aklın vatanı batı arasında konumlanan ve tarihinde aşk ile akıl arasında başarılı sentezler gerçekleştirebilmiş olan Anadolu ve Anadolu insanı yukarıda bahsedilen iki eğitim yaklaşımı arasında da başarılı sentezler yapma potansiyeline sahiptir. Dahası, gerek eğitimde ve gerekse diğer alanlardaki başarımız önemli ölçüde bunu başarmamıza bağlı olacaktır.