Siyaset, Ahlak ve Cemaatler

 Siyasi hareket, İslam ruhunun bir ifadesidir (M. İkbal).

Anadolu Platformu, 2006 yılından beri her yıl “Anadolu Buluşmaları” başlıklı bir sempozyum düzenliyor. Sakarya’da gerçekleştirilen ve her yıl farklı bir temanın öne çıkarıldığı bu sempozyumların diğer bir özelliği ise katılımcıların ağırlıklı olarak ailelerden oluşmasıdır. Oturumlardan sonra akşam geç saatlere kadar devam eden istişare ve tartışmalar ise sempozyumun diğer farklı yönlerinden biri… 

Anadolu’nun her tarafından 100’e yakın kurumdan 1000’i aşkın kişinin katıldığı sempozyumun bu yılki konusu “Siyaset, Ahlak ve Cemaatler”di. 12 Ağustosta başlayan ve 6 gün süren sempozyum, Platform Başkanı Turgay Aldemir’in alabildiğine kapsamlı ve manifesto niteliğindeki konuşmasıyla başladı. Halime Gökçe, Yılmaz Ensaroğlu, Cüneyt Toraman, Necla Koytak, Selahattin Polat, Ekrem Atalan, Mikail Bayram, Kevser Terzioğlu, Abdurrahman Dilipak, Bilal Sambur, Metin Karabaşoğlu, Yusuf Kaplan, M. Ali Büyükkara, Ayhan Ogan, Ahmet Koyuncu, Mehmet Aytekin, Hasan Ayık, Kemal Öztürk, Ümit Aktaş, Erol Göka, Talip Küçükcan, Hatem Ete, B. Berat Özipek, Abdurrahman Kurt, Mehmet Yazıcı, Markar Eseyan ve Ramazan Kayan sempozyuma katılan diğer isimlerdi. 

Siyaset ve ahlak ilişkisinden; siyaset, devlet ve cemaat ilişkilerine birçok konunun tartışıldığı sempozyum, aylardır görüşmeyen birçok arkadaşın görüşmesine ve çok sayıda beyin fırtınası toplantılarına da sahne oldu. Formel ya da enformel ortamlarda ortaya çıkan görüşlerden bazılarına değinelim. 

Geçmişte önemli değerler üretmiş; insanlığa önemli kazanımlar sağlamış; ilkesini ülküye, ülküsünü ise ülkeye (coğrafyaya) taşımayı başarmış bir medeniyetin müntesipleriyiz. Üç yüz yıl öncesine kadar tarih bu topraklarda yapılıyordu. Ama bugün dünyada bizim özne olmadığımız bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanıyor. Son üç yüz yıldır yaşanan değişimin öznesi biz değiliz. Bir çağrı, çağını kuramıyorsa o çağrının varlığından bahsedilemez. Bu dünyaya söyleyecek bir sözünüz yoksa bu dünya da yaşamanızın da bir anlamı yoktur. 

İslam, insanlığın istikamet bulması için Allah tarafından gönderilen son dindir. İslam’ın özüne bağlı kalındığı dönemlerde yeryüzü adaletin ve merhametin yaşandığı parlak zamanlara şahitlik etmiştir. Ancak İslam dünyası sürdürdüğü öncülük misyonunu son yüzyıllarda kaybetmiştir. Uzun zamandır, birçok hayati sorunla yüz yüze olan Müslümanların ve insanlığın problemlerine çözüm bulunamaması bir fetret dönemine girilmesine neden olmuştur. 

İslam ise insanın Allah ile birlikte yaptığı yolculuğun adıdır. İslam’ın şekil ve sembolleri, muhtevanın yerine geçerse İslami bilinç ortadan kalkar. Bu yüzden model merkezli yaklaşımlardan ziyade değer merkezli yaklaşımlar öne çıkarılmalıdır. Zahiri dindarlaşma ile batini dünyevileşmenin at başı seyrettiği bu süreçte; asıl hırpalanma Müslümanların ruhunda, kimliğinde ve bilincinde yaşanmaktadır. 

Hem tarih hem de Kur’an bir hikâyesi olanları anlatır. Tarihin öznesi olmak ya da tarih yapmak her şeyden önce bir hikâye sahibi olmaktan geçer. Bizler, anlamlı ve karşılığı olan bir hikâyenin öznesi olmak için var olmalıyız. İnsanların hem anlam arayışına cevap veren hem de özgürlük taleplerine set çekmeyen siyasi, kültürel, ekonomik ve ahlaki bir tasavvurun mümkün olabileceğine inanıyoruz. İslami akıl, bilgi, hikmet, irfan ve siyaset üreterek bilgisizliği, sığlığı, hoşgörüsüzlüğü, fanatizmi ve grupçuluğu aşabiliriz.

Müslüman deha M. İkbal’in ifade ettiği gibi “Siyasi hareket, İslam ruhunun bir ifadesidir”.Dolayısıyla tartışmamız gereken İslam’ın siyasallaşıp siyasallaşmadığı değil, Müslümanların ve İslam’ın siyaset adına ne ürettiğidir. Sağlam bir siyasi bilince, esaslı bir siyasi duruşa ve anlamlı bir siyaset felsefesine sahip olamayanların günümüz dünyasının alabildiğine rafine hale gelmiş ilişkiler ağını anlayabilmesi mümkün değildir. 

İslam dünyası ve Müslümanlar bilim, teknoloji, kültür, sanat, ekonomi, ahlak ve siyaset üretmeden siyaset yapma alışkanlığından vazgeçmelidir. Üretemediğiniz bir şeyin siyasetini yapamazsınız. Nasıl ki sanat üretmeden sanat politikası olmazsa siyaset üretmeden de siyaset olmaz. Günümüz İslam dünyasında yerel ve merkezi yönetimlerin önemli bir kısmı üretmediği şeyin siyasetini yapmaya çalışmakta daha doğrusu “mış gibi yapmak”tadır. Sorunları aşamadıkları durumlarda ise otoriterleşme eğilimi göstermektedirler. 

Siyaset “nasıl yönetmeli?”, ahlak ise “nasıl yaşamalı?” sorusuna cevap arar. Ahlak, en temelde ilkeli olmak demektir. Siyaset ahlak ilişkisi her zaman ve zeminde önemli olmalıdır. Ahlak’tan kopmuş bir siyaset yıkıcı ve yozlaştırıcı, siyasetten kopmuş bir ahlak ise işlevsizdir. Bununla birlikte ahlak, her şartta siyasete öncelenmelidir. Ahlak, siyasete feda edilmemeli, illa biri feda edilecekse siyaset ahlaka feda edilmelidir. Bununla birlikte siyaseti olmayan bir toplumun geleceğinin olmayacağı da unutulmamalıdır. Sivil toplum elbette siyasi bir duruşa sahip olabilir ve siyaset yapabilir fakat sivil toplum olarak iktidar mücadelesine girişemez. İktidarı ele geçirmek istiyorsa onun meşru kanalları ve yolları belidir. 

Bu anlamda insanların erdem, adalet, iyilik, güzellik ve yardımlaşma gibi değerler üzerinden bir araya geldiği yapılar olan cemaatlerin meşru olmayan yollardan devlet içinde gizli yapılar oluşturması ve siyaset dışı yollardan siyasete müdahale etmesi kabul edilemez. Bu gibi durumların yaşanmamasının yolu, cemaatsel yapıların şeffaflaşması ve yapılanma tarzı olarak toplumun belli bir kesimine değil herkese açık cemiyetlere dönüşmesinden geçmektedir.

Zira Müslümanları birliğe çağıran ayet ve hadislerin amacı Müslümanların birlik ve beraberlik içinde olmalarını sağlamaya yöneliktir. Bu beraberliğin formatı zaman ve zemine bağlı olarak değişmek üzere Müslümanların içtihadına bırakılmıştır. Bu birliktelik vakıf, dernek, cemaat, cemiyet, sendika, birlik ya da parti şeklinde olabilir. 

Bunun yanı sıra çocukluktan yetişkinliğe insan hayatının her tarafını kuşatan, sağlıktan eğitime tüm alanları tekelinde tutan devlet aygıtı bu yapısıyla ülkede hemen her kesimin iştahını kabartmaktadır. Ülkemizin, bu meşum “devleti ele geçirme” illetinden kurtulması ancak devletin savunma, maliye ve dışişleri gibi asli vazifelerine dönmesi, geri kalan alanları yerel yönetimler ve sivil toplumla paylaşmasıyla mümkündür. Bu soruna yol açan diğer bir etken ise ülkemizde demokratik katılımcığın önünün yeterince açık olmaması ve siyasi katılımcılığın yüksek seçim barajlarıyla engellenmesidir. Bu durum bazı kişi ve kesimleri siyaset dışı arayışlara sevk etmektedir. 

Siyaset, ahlak, din, devlet ve sivil toplum ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtabilmiş, darbelere, çetelere, faili meçhullere, vesayetçiliğe, paralel yapılanmalara, inkâr politikalarına, ayrımcılığa, zulüm ve şiddetin her türlüsüne karşı durabilmeyi başarabilmiş bir Türkiye ancak güçlü bir gelecek vizyonu inşa edebilir ve geleceğe yürüyebilir. 

İnsan, nesil, çevre ve dünyadan sorumlu halife olarak görevlendirilen bizlerin siyasete karşı duyarsız kalması mümkün değildir. Maalesef İslam dünyasının günümüzdeki içler acısı durumu siyasetsizlikten kaynaklanmaktadır. Bu yüzden özellikle gençlerimizin en azından makro siyaset konusunda donanımlı hale getirilmesi elzemdir. Bir İslam büyüğü tarafından söylenen “Siyasetten Allah’a sığınırım” sözü konjonktürel bir tavır olup genelleştirilmemelidir. Kaldı ki bu yaklaşım da temelde bir siyasettir ve süreçte çok işe yaramıştır. 

Bizlerin siyaset yaklaşımı adalet, özgürlük, liyakat, ehliyet ve meşveret gibi ilkelerden neşet etmelidir. Bu yaklaşım hiçbir şartta dini ya da seküler siyasi, ekonomik ya da bürokratik bir vesayet içermez.

Bu yüzden Türkiye, demokratikleşme adımlarını sürdürmeli ve yüz yıllık sorunlarını çözme konusunda aldığı kararlı tavrı devam ettirmelidir. Kürt, Alevi, Ermeni, Roman, gayr-i Müslim ve Müslüman dindar vatandaşlarıyla sorunlarını çözmüş bir Türkiye, gerçek bir Türkiye olacaktır.
Yeni “Buluşmalar”da buluşmak dileğiyle…
Selametle.