Öğretmenlik Üzerine

 

Öğretmenlik Üzerine

Öğretmenlik, sabır mesleğidir, şikâyet ve tahammülsüzlüğün başladığı yerde öğretmenlik biter.  (N. Topçu). 

Yeryüzünde öğretmenlikten daha onurlu bir meslek tanımıyorum.  (Diyojen).

Eğitimin tanımından yola çıkarsak, eğitimciyi; eğitim sürecini işleten kişi olarak tanımlayabiliriz. Bu anlamda, eğitimci; kişinin (çocuğun/öğrencinin) çok yönlü ve çok boyutlu olarak gelişmesi, sosyal yaşam içinde toplumsallaşması ve hayatı boyunca kendine lazım olacak bilgi ve becerilerle donanması sürecinde ona yardımcı olan, rehberlik eden ve bu süreçte tavır, davranış ve özellikleriyle ona örnek olan kişidir. 

Öğretmen ise; uzman olduğu konu ya da konularda, öğretim yöntemlerini, ders araçlarını ve kişisel iletişim hünerlerini kullanarak öğretme işini üstlenen kişidir. Öğretmenlik; genel kültür, uzmanlık alan bilgisi ve pedagojik Formasyonla sağlanan özel bir ihtisas mesleği olarak da tanımlanmaktadır.

Günümüzde öğrenci merkezli eğitim anlayışı yaygınlık kazanmakta ve öğretmen, çocuğu eğiten kişi olmaktan ziyade, ona rehberlik eden kişi olarak kabul edilmektedir. Bu durum ise, gittikçe eğitim yerine öğretimin, eğitimci yerine ise öğretmen tabirlerinin kullanımını yaygınlaştırmaktadır. Hatta denilebilir ki, fertçi ve hürriyetçi eğitim anlayışları daha çok öğretim ve öğretmen tanımlarını tercih ederken, toplumcu ve disiplinci yaklaşımlar eğitim ve eğitimci tanımlarını öne çıkarmaktadırlar. Ancak, açıktır ki, ilköğretimde eğitimcilik Formasyonu, orta öğretimde hem eğitimcilik hem de öğretmenlik Formasyonu, yükseköğretim de ise öğretmenlik Formasyonu daha fazla önem arz etmektedir.   

Hayatın değişik dönemlerinde farklı eğitim unsurları ağırlık kazanabilir. Örneğin, duygu ve estetik eğitimi hayatın ilk yıllarında daha çok önem arz ederken, gençlik yıllarında beden eğitimi daha öncelikli olabilir. Ancak, kesin sınır ve dönemler çizmek mümkün değildir ve tüm bunlar bir ömür boyu iç içe sürüp gider. Bir çocuğa kişilik kazandırmak, aile, okul ve toplum içinde nasıl davranacağını öğretmek, bedensel, zihinsel ve duygusal yönden geliştirmek daha çok eğitimcilik Formasyonu gerektirirken, onu yaşam boyu kullanacağı bilgilerle donatmak öğretmenlik Formasyonu gerektirir.

Bir öğrenciye ilim sevgisi, okuma alışkanlığı ve öğrenme isteği kazandırma işi eğitimcinin, bu alışkanlıkları edindikten sonra ona, Dil Bilgisi, Matematik ve Sosyal Bilimler konusunda gerekli bilgileri aktarmak ise öğretmenin işidir. Ancak, günümüzde bu iki işlev yani eğitim ve öğretim olguları iç içe geçmiş durumdadır ve bu işlevleri yerine getiren kişiler için hem öğretmen hem de eğitimci tabirleri kullanılmaktadır. Nasıl ki, birçok durumda, eğitim denildiğinde eğitim ve öğretim birlikte kastediliyorsa, öğretmen denildiğinde de, eğitimci ve öğretmen birlikte kastedilmektedir. Bu çalışmada da benzer bir tutum izlenmiştir.

Öğretmenlik Hakkındaki Farklı Görüş ve Yaklaşımlar 

Bilgi çağındaki gelişmeler, ezbercililiğe yöneltilen eleştiriler, kurum ya da sistem merkezli yapılar yerine, insan merkezli yapılara yönelme, tek tip insan yerine, düşünen, tartışan, üreten insanların yetiştirilmesi yönündeki eğilimler insanları, toplumları ve ülkeleri eğitim üzerinde yeniden düşünmeye sevk etmekte ve alternatif eğitim arayışlarına yöneltmektedir. Bu yüzden, Nasıl bir eğitim? Nasıl bir öğretmen? soruları son yıllarda her zamankinden çok daha fazla sorulur olmuştur.

Hemen her düşünce ve felsefi sistem kendi eğitim anlayışına uygun bir öğretmen profili tanımlamıştır.

İdealist felsefe; öğretmenin bilgili ve birikimli, evrensel değerlerle donanmış, dürüst, insanları tanımada uzman, dostça davranan, öğrencide öğrenme isteği uyandıran ve merak duygusunu güdüleyen biri olmasını ve Sokrat’ın soru sormaya dayalı metodunu kullanmasını isterken,  realizm; öğretmenin, konusunda uzman, evrensel doğruları tam ve kesin olarak bilen, akılcı biri olmasını öngörür.

Natüralistler öğretmenin bilgi aktaran ve ezberlettiren biri olmanın tersine doğal ortamlarda bilgi için fırsat ve imkân yaratan biri olmasını isterler. Pragmatistler, eğitimin öğrenci merkezli olmasını ve öğretmenin sadece yol gösterici olmasını öngörürler. Marksist eğitim anlayışına göre ise; öğretmen iyi bir komünist, iyi bir yurttaş, iyi bir usta ve iyi bir insan olmalı, öğrencileri sınıf ve okul yönetimine katmalıdır.

Varoluşçu felsefe, öğretmenin çok zeki olmasa da, yaşam dolu, canlı, öğrencileriyle doğrudan iletişim kuran biri olmasını öngörür. Öğretmen eğitim ortamında, alçak gönüllü, öğrenciye güven veren, kendisinin de farkında olan biri gibi davranmalıdır. Ancak bu yolla öğrencileri etkileyebilir. Öğretmen, öğrenciye cevabı empoze edecek sorular sormamalıdır. Kendisi de doğru cevabı bilmemelidir. Sokrat gibi davranmalı ve onun tartışma metodunu kullanmalıdır. Yaşamın anlamıyla ilgili sorular sorarak, kişinin kendi doğrusunu oluşturması için durum, ortam ve fırsatlar yaratmalıdır.

Varoluşçu öğretmen öğrencilerine, herkesin kendi hayatına hâkim olacağını ve onu yönlendirebileceğini, bir başkasının, bu hayata müdahale hakkı olmadığını ısrarla belirtmelidir. Öğretmen, öğrencilere inandığı prensipleri ve inanma sebeplerini açıklayabilir, ancak asla bunu onlara empoze edemez. Varoluşçulara göre; “Öğretmenin temel fonksiyonu, her öğrencinin kendini gerçekleştirme yolculuğunda ona yardımcı olmaktır”. İdealize ettikleri öğretmen tipi Sokrat’tır.

Kendi eğitim tarihimizde de birçok eğitimci-düşünür öğretmen konusunda düşünceler ileri sürmüşlerdir. 

Eğitim, tıp ve düşünce tarihimizin önemli simalarından İbn-i Sina’ya göre; öğretmen dindar, dürüst, bilgili, insaflı, temiz ve kibar olmalı, çocuk eğitimi ve öğretimini bilmeli, çocukların yeteneklerini tanımalı, onlarla ilgilenmeli, onları yalnız bırakmamalıdır. Öğretmen çocuğa karşı, ne onun küstahlık yapacağı kadar yumuşak ne de soru soramayacağı kadar sert davranmalıdır (Akyüz, 1999). 

Yaşadığı çağa nispetle oldukça ileri görüşler öne süren bir eğitimcimiz olan, Amasyalı Hüseyinoğlu Ali (Alâeddin Çelebi), öğretmenlerin sabırlı, güler yüzlü, bilgili, dürüst, tecrübeli ve çabuk öfkelenmeyen insanlar olmalarını tavsiye eder. Öğretmenlerin, devlet adamlarına, hâkimlere, beylere zaaf göstermemelerini, onlara yakın olmamalarını öğütler.

Hüseyinoğlu Ali’ye göre, öğretmenin tek işi eğitim öğretim olmalıdır. Öğrenciler ise, öğretmenlerine büyük saygı göstermelidirler. Öğretmen, çocuğa eğitimden soğutacak derecede çok ödev vermemeli, verilen bir ders iyice öğrenilmeden diğerine geçmemeli, çocuğu dövmemelidir. Bazı zihinlerin birçok tekrardan sonra anlayabileceğini bilerek hiçbir çocuktan ümit kesmemelidir. Çünkü alıştırma yapan birçok zor anlayan çocuk zeki olanları bile geçebilir. Su aka aka taşta iz bırakır, hasat tarladan uzun uğraşmalar sonucu alınır. Öğretmen de çaba göstermeli, zihinleri geç gelişen çocuklarla daha çok uğraşmalıdır (Şeker, 1981).

Amasyalı Hüseyinoğlu Ali, özellikle, “çocuğun yaratılışını tanımak” gereğini ortaya koymakla, bireysel farklılıklara göre bir eğitim öğretim uygulanmasını istemekle, her çocuğa uygun bir yaklaşım ve yöntem izleyerek, hiç birinden ümit kesilmemesi gerektiğini söylemekle vs. yüzyıllar sonra Avrupa’da ortaya atılacak “yeni eğitim” anlayışına uygun görüşler ileri sürmüştür (Akyüz, 99).

Amasyalı Hüseyinoğlu Ali’nin bu yaklaşımı günümüzde, gerek toplumsal yaşamda, gerekse de eğitimde “insan odaklı” yaklaşımlar şeklinde yansımasını bulmuştur. Başta Eflatun ve Aristo başta olmak üzere birçok batılı düşünürde var olan seçkinci (elitist) yaklaşımlar yerini günümüzde, her öğrencinin öğrenmesinin mümkün ve kendine özgü bir özelliğe sahip olduğu anlayışına terk etmiştir. Artık, öğrenme ve öğrenmeye ilişkin kuramlar herkesin öğrenme tür, hız ve kapasitesinin farklı olduğunu, uygun öğrenme olanağı sağlandığı takdirde her bireyin öğrenebileceğini ileri sürmektedir. Bu olgu, günümüzde “Öğrenme metodu, parmak izi kadar kişiye özgüdür” özdeyişiyle ifade edilmektedir.

Gerek bilimsel alanlarda ve gerekse sosyal ve siyasal alanlarda meydana gelen bu paradigmatik değişmeler; devlete karşı milleti, topluma karşı bireyi, okula (kuruma) karşı öğretmeni ve öğrenciyi önceleyen anlayışların gelişmesine yol açmıştır. Bu gelişme eğitim alanına, “kurum merkezli yaklaşım” yerine “insan merkezli” ya da “öğrenci merkezli” yaklaşım olarak yansımıştır. Öğrenci merkezli eğitim; eğitim programlarının geliştirilmesinde bireysel öğrenme özelliklerinin esas alınması ve uygulamaların öğrencilerin potansiyellerini optimum düzeyde geliştirecek şekilde düzenlenmesini öngörür.

Yine, eğitim tarihimizin müstesna simalarından olan Satı Bey (1880-1968), eğitimde esas meselenin muallim (öğretmen) meselesi olduğunu söyler. Toplumda herkesin öğretmenlik yapabileceği görüşüne şiddetle karşı çıkar ve öğretmenliğin özel yeteneklere ve bilgilere dayanan bir meslek olduğunu savunur. Ona göre, “bu gerçeğin anlaşılmaması maarifimizin en büyük yarasıdır”. Satı Bey, ülkemizde eğitimin güzel bina ve laboratuarlardan ibaret görüldüğünü ve çoğu zaman bunlardan yeterince yararlanılamadığını dile getirmiştir.

Satı Bey’e göre; alelacele ve çok sayıda öğretmen yetiştirmenin yanlış olduğu gibi, öğretmenleri yalnız ahlaklı ve bilgili yetiştirmekte yetmez. Öğretmenlik her şeyden evvel mürebbilik yani talim ve terbiye işi demektir. Bu ise;  bir hüner, bir sanattır. Bunun yöntem ve ilkeleri Batıda uzun inceleme ve tecrübeler sonunda belirlenip tespit edilmiştir. Bizim muallimlerimizde en eksik olan şey bu usul ve hünerleri bilmemeleridir.

Satı Bey öğretmenlerin hizmet içi eğitimleri konusunu da ilk olarak geniş bir şekilde ele alan ve bu konuda proje ve fikirler üreten eğitimcimizdir. Bunların bir kısmı o dönemde İstanbul’da uygulanmıştır.

Satı Bey öğretmenleri bir orduya benzetir ve şöyle der: “Bir ordu ki, harici ve maddi düşmanlara değil, dâhili ve manevi düşmanlara karşı savaş ile görevli! Bir ordu ki, düşmanların en güçlü ve öldürücüsü olan cehaleti imha ile görevli! Milletlerin mukadderatı asıl orduları kadar, hatta ondan daha çok, bu manevi ordularının güç ve faaliyetlerine bağlıdır.”.

Satı Bey ilk kez öğretmen-politika ilişkilerini de ele alıp incelemiş ve bu konuda öğretmenleri aydınlatmıştır. Ona göre, öğretmenlerin devletin yönetimi ve ulusal çıkarlar konusuna ilgi duymaları doğaldır. Fakat öğretmenler günlük politik dedikodular ile düşmanlık ve kine sebep olan parti çekişmelerinden uzak durmalıdırlar (Akyüz, 1999)

Milli şairimiz M. Akif de iyi bir eğitim ve öğretim vermenin iyi muallimlerden geçtiğini söyleyerek, ülkenin içine düştüğü sıkıntıların temel sorumlusu olarak, batının müspet bilimlerini değil de, kötülüklerini alan, dini ve milli değerlerden yoksun, halktan kopmuş aydınları ve bunları yetiştiren öğretmenleri görür. Akif muallimin vasıflarını bir şiirinde şöyle dile getirir.

                    "Muallimim" diyen, olmak gerektir imanlı,

                    Edepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı.

                    Bu dördü olmadan olmaz, çünkü vazife büyük...

Mehmet Akif iyi bir eğitim-öğretimde öğretmen kadar iyi ders kitaplarının da önemli olduğunu belirtir. Ona göre, bizim arzulanan düzeyde bir toplum olamamamız eğitimimizin hatasıdır. Bizi sadece birey olarak değil, toplum olarak da değiştirip geliştirecek bir eğitime ihtiyacımız vardır. M. Akif eğitimin toplumsal boyutu hakkında şöyle demektedir. “Bakıyorum, ayrı ayrı pekiyi adamlarız. Bizi medeniyette dünyalar kadar geride bırakan milletlerin fertlerinde bizdeki büyüklükler yok. Sonra bakıyorum, bir yere gelince bir toplum teşkil edemiyoruz. Çünkü o eğitimden yoksunuz. Bizim muhtaç olduğumuz eğitim, asıl bu ikinci eğitimdir”.

Akif, medreseleri de şiddetle eleştirir ve onları, artık İbni Sina, Gazali vb. gibi ilim adamları yetiştirememekle, Kur’an’ dan sadece kuru mana çıkarmakla, ve “yalancı dünya” felsefesiyle halkı kandırmakla suçlar.

Mehmet Akif, halkın camilerde vaaz ve nasihat yoluyla eğitilmesine de çok önem verir. Bu konuda şöyle demektedir. “Camiler, halkın aydınlatılması için en uygun yerlerdir! Fakat ne yazık ki, cahil vaizler ve hocalar İslam’ı geniş kitlelere yanlış anlatıyorlar ve onları dini hikâyelerle meşgul ediyorlar. Ziya Paşa, “bizde son derece önemli iki şey vardır ki bile bile en yeteneksizlere verilir: Çocuk eğitimi ve kaza müdürlüğü” demişti. Bunlara “vaizliği” de eklemek gerekir.”

Akif, vaizlerle ilgili olarak şöyle demektedir: “Ömründe medrese, mektep görmemiş, üç beş uydurma hadis ile sekiz on anlamsız masaldan başka bilgi sermayesi olmayan ümmi vaizler cami kürsülerine geçeli beri, milletimiz dini umacı gibi hayal etmeye başladı”.

Milli şairimize hak vermemek mümkün değil... Elifi görse değnek, mimi görse tokmak sanan, toprağından ve insanından kopmuş sahte aydınlarla, eliften başka harf, cifr’den başka hesap bilmeyen, çağından ve dünyadan kopmuş sözde âlimler... İşte bu toprakların yüz yıllık trajedisi...  Prof. Dr. Kemal Karpat’ın bir söyleşi de çarpıcı bir şekilde tespit ettiği üzere, maalesef bu ülke, son 75 yıldır entelektüel enerjisinin %75’ini her türlü derinlikten uzak bir şekilde ele aldığı din, devlet ve laiklik tartışmalarıyla heba etmiştir.

Akif başka bir yazısında, vaizler için şöyle demektedir: “Vaaz bir İsrailiyat olacaksa vazgeçtik! Müslüman cemaate artık içtimaiyat lazım, içtimaiyat! Doğuda, Batıda, Kuzeyde, Güneyde ne kadar Müslüman varsa zillet içinde, sefalet içinde, esaret içinde yaşadığını, sefil bir milletin elinde kalan bir dinin yükseltilemeyeceğini bilmeyen, anlamayan vaizi kürsüye yaklaştırmamalı. Vaiz milletin geçmişini ve geleceğini bilmeli, cemaati geleceğe hazırlamalıdır”. 

Akif’e göre devletin çökmeye yüz tutmasının nedeni, beşikte kulağa fısıldanan ve öğretmenler, yazarlar, devlet adamları tarafından işlenen bir hayat ve eğitim felsefesidir. Bu, dayakla eğitim vermeyi amaçlayan, korkak, ürkek, hareketsiz, karamsar nesiller yetiştiren bir felsefedir ve en büyük hatamız budur (Akyüz, 1999).

Öğretmen pedagoji ilminde üst düzey bir yetkinliğe sahip olmalıdır. Bu hususta A. Mithat Efendi’ ye kulak verelim.  “İyi bir ana baba ve iyi bir eğitimci olmanın ilk şartı, pedagoji ilmini hakkıyla bilmektir. Nasıl ki, bir asker, topografyasını (yüzey şekillerini) bildiği bir arazide daha iyi savaşırsa, çocuğun topografyası sayılacak pedagoji ilmini iyi bilen ana baba ya da eğitimci de, bir cihat olan çocuk eğitiminde daha başarılı olacaktır. Çocuğun topografyasından kasıt, fizyolojik ve psikolojik durumu ile öğrenme mekanizmasıdır”.

Öğrenmenin, parmak izi kadar kişiye özgü bir özellik olduğunun kabul gördüğü ve çoklu zekâ kuramının konuşulduğu günümüzde bu olgu çok daha önemli hale gelmiştir.

“İnsan kişiliğine saygı her sosyal problemde, ama özellikle eğitimde bilgeliğin ilk koşuludur” (B. Russell). Bir öğretmen, her şeyden önce, insan haklarına, farklılıkların kaçınılmazlığına ve hoşgörünün gerekliliğine inanmalıdır. Öğretmen, özveri sahibi ve bilgelik bilincine erişmiş bir insan olmalıdır. Öğretmenlik, hayat boyu süren bir meslektir. Bunun için, “Öğretmenin emeklisi olmaz, rahmetlisi olur” denilmiştir.