Küresel Değişimin Yönü Nereye ?

 

Küresel Değişimin Yönü; Kaos mu, Adalet mi ?

İnsanlık olarak hemen her alanda hızlı bir değişim ve dönüşümün yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Adeta zamanın ruhu değişmiş, tarihin temposu hızlanmıştır. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde bilgi ve ticari mal üretimindeki artış bu kadar hızlı olmamış, nüfus bu kadar hızlı artmamış, mesafeler, ürünler, sınırlar ve yaşam şekilleri bu kadar hızlı değişmemiştir.

Küreselleşme denilen bu süreçte sayısız hastalığa çare bulunmuş, insanların yaşam süresi uzamış, başta iletişim ve ulaşım olmak üzere gelişen teknoloji insanların hayatını alabildiğine kolaylaştırmıştır. Yine bu süreçte özellikle II. Dünya savaşından sonra Avrupa’da, 1990’lardan itibaren Sovyet bloğunda şimdilerde ise Ortadoğuda olmak üzere aşırı devletçi ve demokratik olmayan yönetimler zayıflamış ya da ortadan kalkmıştır. Bu dönemle birlikte dünya genelinde özgürlük, insan hakları, demokratik yaklaşımlar, çoğulculuk, sivil toplum ve pazar ekonomisi lehine bir yönelim doğmuş ve bütün bu alanlarla ilgili küresel düzeyde bir farkındalık oluşmaya başlamıştır.

Ancak küresel düzeyde yaşanan bu süreç diğer taraftan insanoğlunun ağır bedeller ödemesine, yeni sorunların ortaya çıkmasına ve insanlığın geleceğiyle ilgili ciddi kuşku ve kaygıların oluşmasına da yol açmıştır.

Bütün bu gelişmelerin ağırlıklı olarak yaşandığı yirminci yüzyıl iddia edildiği gibi ne daha barışçı, ne daha özgürlükçü ne de daha sivil bir yüzyıl olmuştur. İki dünya savaşı ve kanlı devrimleriyle yirminci yüzyıl, Brezinski’nin yerinde tespitiyle “Mega Ölümler” çağı olarak ortaya çıkmış ve mega boyutta ölümlerin yaşandığı bir yüzyıl olmuştur.

Bu yüzyıl içinde tarihin hiçbir döneminde yaşanmadığı kadar insan kaybı yaşanmış ve sadece savaş meydanlarında ölen insan sayısı iki yüz milyonu aşmıştır. Ünlü düşünür Sorokin’in ifadesiyle “Bu yüzyılın sadece ilk çeyreğinde yapılan savaşlarda ölen insan sayısı önceki beş bin yıl boyunca yapılmış savaşlarda ölenlerin sayısından daha fazla olmuştur”.

Yine, küreselleşme bir taraftan ticari girişimcilere ve ülkelere bütün dünyaya açılma, daha çok dış kaynak ve daha süratli bir kalkınma imkânı getirirken diğer taraftan birçok dengesizliklere yol açmış, kıtalar, ülkeler, bölgeler ve toplumsal kesimler arası gelir dağılımında ciddi uçurumlar oluşmuştur.

Son 50 yılda dünya nüfusunun en zengin %20’lik kesiminin toplam gelirden aldıkları pay %30’dan %72’ye çıkarken, en yoksul %20’lik kesimin aldığı pay %8’den 3.2’ye düşmüştür. Bu iki kesim arasındaki fark 22.4 kata çıkmış ve bu durum başta Afrika olmak üzere dünyanın birçok yerinde kitlesel işsizlik ve fakirliğe yol açmıştır.

Küreselleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan ve maksimum kar, minimum risk ilkesiyle hareket eden yabancı sermaye yöneldiği ülkelerde, karşılaştığı en küçük bir risk karşısında tekrar kaçarak ülkeleri krizden krize sürüklemiştir. Dahası küreselleşme sayesinde dünyanın bir bölgesinde ortaya çıkan bir ekonomik kriz bir anda dünyanın diğer taraflarını da etkiler hale gelmiştir. 1994, 1998 ve 2001 Türkiye’de art arda yaşlanan krizler de yabancı sermayenin aniden panikleyip ülkeyi terk etmesiyle başlamıştır.

Dünyada politik istikrarı sağlamak için kurulan Birleşmiş Milletler ile ekonomik istikrarı sağlamak için kurulan IMF gibi yapılar adaletli bir dünya arayışı yerine başta ABD olmak üzere birkaç ülkenin çıkarlarını korumaya odaklanmış ve bu halleriyle değil eşitliği ve adaleti sağlamak adeta “Eşitsizliğin Eşitlenmesi” amacına hizmet eder hale gelmişlerdir. 

Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde küreselleşme olumlu ve olumsuz yanlarıyla çağımızın en yakıcı ve tartışmalı sorunu haline gelmiş bulunmaktadır. Birçok iyiliği beraberinde getirmiş olan küreselleşme şimdilerde bir çelişkiler yumağına dönüşmüş durumdadır. Küreselleşme bugün itibariyle çözdüğü sorundan daha fazlasını üretir hale gelmeye başlamıştır.

Bu anlamda “Küresel Değişimin Yönü; Kaos mu, Adalet mi?” sorusu anlamlı ve cevaplandırılması gereken bir soru haline gelmiştir.  

Coğrafi yapısı gereği doğunun batısı, batının da doğusu bir konumda bulunan ve coğrafyacı Mackinder’in ünlü teorisinde “Tarihin coğrafi mihveri ve dünya adası” olarak tanımladığı Afro-Avrasya’nın merkezi ülkelerinden biri olan Türkiye’nin bu gelişmelerden etkilenmemesi beklenemezdi. Nitekim Türkiye de bu süreçte önemli değişimler yaşamış, küresel düzeyde seyreden değişim dalgaları ülkemizde de karşılık bulmuştur.

Küreselleşme sürecine paralel olarak 1950’de %20 olan şehirleşme oranı günümüzde %75-80’e ulaşmış, yabancı sermaye ve ekonomideki sivilleşmenin etkisiyle ihracatta 30 milyar dolardan 130 milyar dolara çıkılmış, dünyanın ilk 17 ekonomisinden biri haline gelinmiştir.

Yine 60 yıldır ülkenin başına bela olan vesayetçi yapı son yıllarda atılan cesur adımlarla önemli oranda ortadan kaldırılmış, insan hakları, demokratikleşme ve sivilleşme konularında önemli kazanımlar elde edilmiştir. Batısındaki ülkeler derin bir ekonomik krizle, doğusundaki ülkeler ise şiddetli bir siyasi krizle mücadele ederken Türkiye istikrarlı gelişimini devam ettirmektedir.

Ancak bütün bu olumlu gelişmelerin yanı sıra Türkiye, hâlâ birçok sorunla karşı karşıyadır. Ticari girişimcilikte yakalanan başarı sosyal girişimcilikte ve toplumsal yaşam standartları açısından henüz yakalanamamıştır.

Yine bir toplumun toplumsal rüştünü ispat etmesinin en önemli işareti sayılması gereken sivil bir anayasa yapma süreci henüz tamamlanamamıştır. Oysa yanı başımızdaki Arap Baharı hızla yayılırken, Türkiye’nin anayasa yapma sürecini yıllara yayması anlamlı olmayacaktır.

Bu çerçevede son iki yıldır Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler Türkiye’yi bölgede inisiyatif alma ve yeni sorumluluklar üstlenmenin eşiğine getirmiştir. Bölge ülkelerinde onlarca yıldır yaşanan baskı, şiddet ve beceriksiz yönetimlere karşı ayağa kalkan ve bir devrime imza atan Arap gençleri bölgeyi yeni bir dönemin eşiğine taşımışlardır. 

Bölgeyle tarihi ve kültürel bağlara ve bugün itibariyle en geniş ilişki ağına sahip ülke olan Türkiye’nin bu gelişmelere kayıtsız kalması düşünülemez. Bu süreç domino etkisi hatta bir tsunami dalgası şeklinde gerçekleşmiş; Japonya’daki tsunami her tarafı yıkıp ümitleri yok ederken, orta doğudaki tsunami bir kıtaya özgürlüğün kapılarını aralamıştır.

Bölgedeki diktatörlerin yıkılması; halkların kucaklaşması ve daha kalıcı birlikteliklerin oluşturulması için uygun bir ortam hazırlamıştır. Bölge tarihte kuşatıcı ve derinlikli bir birlikteliğe belki de hiç bu kadar yakın olmamıştır. Yıkılan her diktatörlük bölge insanının bir araya gelmesini ve sağlıklı ilişkiler kurmasını engelleyen bir duvarı daha ortadan kaldırmaktadır.  

Tarihin kırılma anlarından birinden daha geçtiğimiz bu dönemde Türkiye ve Anadolu insanı, küreselleşme sürecinin bir avuç azınlığın değil bütün insanlığın faydasına olacak bir sürece dönüştürülmesi ve başta kendi iç sorunlarımız olmak üzere bölgede, İslam dünyasında ve bütün dünyada yaşanan sorunların çözümüne katkı sağlanması konularında daha çok inisiyatif almalı ve daha kapsamlı sorumluluklar üstlenmelidir.  

İnsanoğlunun kadim adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışı binlerce yıldır devam ettiği gibi bugün de devam etmektedir ve Türkiye insanı için zaman; ülke, bölge ve dünya adına yeni sorumluluklar alma, yeni birliktelikler kurma, yeni mektepler açma ve yeni yaklaşımlar geliştirme zamanıdır. Zaman, adeta herkesin sustuğu, nefesinin tükendiği, anlam arayışının duruşa geçtiği bu dönemde tekrar konuşma zamanıdır. Zaman, daha özgür bir ülke ve daha anlamlı bir dünya için bir şeyler yapma zamanıdır.