Akademik Eğitim ve Üniversiter Yaklaşım

 Bilim ve sanat iltifat görmediği ülkeyi terk eder (İbn-i Sina).

Bir medeniyet alet ve kült ürettiği müddetçe yaşar (A.İ.Begoviç)


Her eylem bir düşünceden neşet eder. Bilgi olmadan düşünce, düşünce olmadan eylem, eylem olmadan da değişim - dönüşüm olmaz. Bu anlamda entelektüel diriliş, bütün dirilişlerin anasıdır. Felsefe düşünceyi, düşünce entelektüel dirilişi, entelektüel diriliş ise bilimsel, kültürel, sosyal ve siyasal diriliş ve açılımları getirir. Bütün bunların ortaya çıktığı alanlar ise öncelikle üniversitelerdir. Üniversiteler, gerek batıda ve gerekse doğu toplumlarında kurulduğu her yer ve dönemde bilgi ve düşüncenin merkezleri olagelmiştir.

 

En üst düzeyde eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme yapan ve bilinmezlerle uğraşıp onlardan bilinenler çıkarmaya çalışan yani bilgi, bilim ve düşünce üreten kurumlar olarak üniversiteler, özgürlük anlayışının en fazla geliştiği ve üniversiter anlayışın hâkim olduğu mekânlar olmalıdır.  

 

Bu anlamda üniversiter eğitim; özgür bir ortamda, evrensel düzeyde bilgi, düşünce ve olguların konuşulması ve tartışılmasını, öğrencilere akademik bir Formasyon, entelektüel bir altyapı ve evrensel bir bakış açısının kazandırılmasını ve bir konuda ihtisas sahibi olmanın yanı sıra hemen her konuda fikir sahibi insanların yetiştirilmesini hedefleyen bir eğitim anlayışıdır.

 

Evrensel boyutta düşünebilme, görebilme, tavır geliştirebilme ve anlayabilme yetisi kazandıran bir eğitim… Bunları kazandırmaktan uzak salt meslek ve uzmanlık eğitiminin elbette ki üniversiter eğitimle bir ilgisi olmayacaktır. Böyle bir kişi, üniversite okumuş olabilir, ancak bireysel çabalarla kendini yetiştirememişse üniversiter bir eğitim almış olmayacaktır.

 

Üniversitelerinde, üniversiter eğitim verilmeyen ülkelerde yetişen nesiller, evrensel bir bakış açısı kazanamaz, yaşanan olayları ve konuşulan olguları yeterince kavrayamaz ve ülkenin geleceğini kuşatamazlar. Böyle bir nesilden büyük düşünmesi ve derinlemesine anlaması beklenemez. Sonuçta, sorunlarını konuşamayan, düşünme ve akıl yürütme yetilerini kaybetmiş, taklit ve tekrarı düşünce üretme sayan ve gittikçe ilkelleşen bir topluma dönüşme riskiyle karşı karşıya kalınır.

 

Yaşadığı dönemin dinamiklerini kavramayı sağlayacak zihinsel dönüşümü (rönesans) gerçekleştiremeyen toplumlar, kültürel, sosyal ve siyasal dönüşümleri gerçekleştiremezler. Dolayısıyla yürümekte olan medeniyete pek bir şey de katamazlar. Bu zihinsel dönüşümün temel şartı ise, üniversiter eğitim ve üniversiter (evrensel) bakış açısıdır.

 

Ne yazık ki, üniversitelerimizde yetişen gençlerimizin çoğu, ana dilini birkaç yüz kelimeyle konuşan, sözlü ve yazılı anlatım yeteneği yeterince gelişmemiş, bir konuşma yapabilecek ya da bir makale yazabilecek Formasyondan uzak, rasyonel düşünce ve üretkenlik açısından yetersiz olarak mezun olmaktadırlar. Üniversitelerimizin çoğu ise, üniversiter bir eğitim vermekten uzak bir yapıya sahiptirler.

 

Yirminci yüzyılda idealist felsefenin geri çekilmesi ve realist felsefe ile pragmatist felsefenin hâkim felsefeler haline gelmesi, eğitim alanında da kendini hissettirmiş ve eğitimin yönü sanat, edebiyat ve sosyal bilimlerden,  bilim ve teknik alana kaymıştır. Bu durumda, şiir, sanat ve edebiyat gibi alanların önemini yitirmesi kaçınılmaz gözükmektedir. Bu, idealist felsefeden realist felsefeye, değerler ve anlamlar dünyasından madde ve pragmatizmin (faydacılık) dünyasına geçiştir.

 

Artık idealist insan değil, realist ve pragmatist insan yetişecektir. Artık düşünür ve filozof değil, bilimci revaçta olacaktır. Düşünürlerin öncülüğünde, bilimcilerle birlikte kurulan dünya, şimdilerde salt bilimcilerin laboratuarlarında ölçülüp biçilen bir deney malzemesidir artık. Bunun ruhtan ve düşünceden kopmuş salt bilimciliğin nihai bir zaferi olup olmadığına ise önümüzdeki yıllarda ozon tabakasının akıbeti, ekolojik denge, nükleer silahlanma, global ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi sorunların sonucuna bakarak karar vereceğiz.

 

Bu yüzden olsa gerek, birçok ülkede eğitimde hızlı bir özelleştirme süreci başlamıştır. İdealist olmayan, yaptığı işi sürekli, aldığı para ya da elde ettiği faydayla kıyaslayan, istediği şartlar sağlanamadığı durumlarda işini aksatma eğilimine giren, kadrolu olduğu için de işten el çektirmenin neredeyse imkânsız olduğu öğretmenlerle eğitim faaliyetlerinin yürütemeyeceğini düşünen özellikle batılı ülkelerin birçoğu çözüm olarak okulları özelleştirmiş ya da öğretmenleri sözleşmeli statüye geçirmişlerdir. Bu durum, idealizm olmayınca öğretmenleri işini iyi yapar halde tutmanın tek yolunun ancak işten çıkarılma korkusu olabileceğini düşünmenin getirdiği bir sonuçtur.

 

Öğrencilere özellikle temel ve sosyal bilimler alanında Formasyon kazandırmayı amaçlayan ve bilimsel keşiflerle birlikte Avrupa’da Rönesans’ın ve Sanayi devriminin altyapısını hazırlayan üniversiter eğitim anlayışı günümüzde, gelişen sanayiye paralel olarak önemli oranda fen ve teknik alana kaymış bulunmaktadır. Bu elbette Avrupa söz konusu olunca tabii bir gelişimdir ve normaldir. Kaldı ki Batı dünyası son zamanlarda fen ve teknik eğitimle sosyal bilimleri birlikte ve birbirini destekler şekilde yürütmektedir. 

 

Fakat bizim ülkemizde birinci aşama yaşanmadan ikinci aşamaya geçilmiştir. Yani “evren kent” anlamına gelen üniversite bizde zihinsel ve düşünsel bir dönüşüm etkisi yapamadan ikinci alana kaymıştır. Bunun sonucu olarak da somut soyutun, eylem düşüncenin, Form ise özün önüne geçmiştir.

 

Bu durum, model, sistem ve değer üretme hiyerarşisinde bir altüst oluşu beraberinde getirmiştir. Bu, atı arabanın önüne değil de arkasına koşmak gibi bir durum ortaya çıkarmıştır. Avrupa’da öğrencilerin %70’i meslek eğitimi alıyor tartışmalarına bir de bu gözle bakmak lazımdır. Oysa sorun öncelikle %70 meslek eğitimi almış öğrenciyi istihdam edecek sanayiyi ortaya çıkarmaktır.

 

Eğitim, günümüzde daha çok teknik ağırlıklı hale gelmiştir. Yani insanlara bir şeyin niçin yapıldığını öğretmekten çok, nasıl yapılacağını öğreten bir anlayışa doğru kaymıştır. Eğitimin niçin sorusu geriye çekilmiş, öğretimin (talimin) nasıl sorusu öne çıkarılmıştır. İnsanlar her işi büyük bir beceriyle yapmakta, fakat bu işlerin gerçekten yapılmaya değer şeyler olup olmadığını rasyonel bir biçimde düşünememektedirler. Bu anlamda “Acaba körleştirici bir eğitim anlayışıyla mı karşı karşıyayız” sorusu önemli hale gelmektedir.

 

Açıktır ki, artık mevcut gidişatı sorgulayacak insanların çıkması istenmemektedir. Bu boyutuyla, teknikleştirme birey ve toplumları kimliksizleştirmenin önemli bir aracı haline gelmiştir. Ya da artık “Tarihin sonu ve son insan” benzeri tezleri tartışılmaz doğrular olarak görmemiz istenmektedir. Tüm bunlar eğitim olgusunun, küresel egemenler tarafından, “dünya halklarının sömürüye yatkın hale getirilmesi” amacıyla kullanılabileceğine hatta kullanıldığına işaret etmektedir. İkbal’in deyimiyle, eğitim bu yönüyle “kitleleri savaşmadan öldürmenin en etkili aracıdır” artık.

 

Bu anlamda, ülkemizdeki eğitimle ilgili önemli bir sorun da mesleki eğitimle akademik eğitim arasında olması gereken dengenin kurulamamış olmasıdır. Meslek eğitimi veren birçok fakülte ve yüksekokula gereğinden fazla öğrenci alınarak, hem bu mesleklerin toplumsal statülerinin sarsılmasına yol açılmakta, hem de o alanda iş bulma imkânı olmayan on binlerce öğrenciye gereksiz yere çok daha pahalı (5 kat) bir eğitim olan meslek eğitimi verilmektedir.

 

En önemlisi ise, iş bulamayan ya da başka bir alanda çalışmak zorunda kalan belki de milyonlarca üniversite mezununa, yıllarca sürdürdükleri eğitimin ve harcadıkları emeğin hemen hiçbir faydası olmamakta ve bu öğrenciler, eğer kişisel çabalar sonucu, genel kültür açısından kendilerini geliştirememişlerse, lise hatta ortaokul seviyesine gerilemektedirler.

 

Sanayi ya da fabrikada işe yaraması için edinilen mesleki Formasyon ne yazık ki hayatın başka bir alanında pek bir işe yaramamakta ve bu durum öğrencilerin aldıkları eğitimi sorgulamalarına ve en kötüsü kendilerine, öğrendikleri mesleklerine ve ülkelerine yabancılaşmaktadırlar. İnsanımızın %65’inin istemeden ya da zorunlu olarak seçtiği bir mesleği yapmakta olduğu ifade edilmektedir. Bu gerçekten üzücü bir durumdur.

 

Mesleki eğitim elbette önemlidir ve ülkemizde gerek kamunun, gerekse özel sektörün bu alandaki ihtiyaçları karşılanmalıdır. Elbette ki mesleki eğitime yeterli yönlendirme yapılmalıdır. Ancak bu yönlendirme ülkemiz sanayisinin durumu, boyutu ve ihtiyaçları dikkate alınarak yapılmalı ve kesinlikle talep eksenli olmalıdır.

 

Dolayısıyla mesleki ve teknik eğitim verilen alanlara ülkemizin kamu ve özel sektörünün ihtiyaç duyduğu sayı kadar ya da rekabet unsuru olması bakımından %20 kadar daha fazla öğrenci alınmalı, diğer öğrenciler ise hayatları boyunca bir şekilde faydasını görecekleri akademik eğitim ağırlıklı alanlara yönlendirilmeli ve bunların kontenjanları mümkün olduğunca yüksek tutulmalıdır.  

 

Önerilen akademik eğitim; dil öğretimi (Türkçe ve İngilizce), bilgi okuryazarlığı  (bilgisayar, internet, vs), genel ekonomi ve pazarlama, bilim - düşünce ve sanat tarihi, eğitim bilimleri, iletişim, temel fen bilimleri ve temel sosyal bilimler gibi ders ve konuları içermelidir.  

 

Böyle bir eğitim anlayışı üniversitenin evrensel amaçlarıyla ve üniversiter eğitim yaklaşımıyla da örtüşecektir. Açıktır ki bu içerikle donanan bir öğrenci iş bulamasa bile çok şey kazanmış olacaktır. Elde ettiği bu Formasyon hayatının her aşamasında işe yarayacaktır. Oysa örneğin 8–10 yıl makinecilik ya da motorculuk eğitimi almış olan bir öğrenci alanıyla ilgili bir iş bulamadığı zaman, edindiği Formasyon hemen hiçbir işe yaramayacaktır. Genel kültür, analitik düşünme ve girişimcilik ruhu açısından da yeterince donanım sağlayamadığı için (kendi kendini yetiştirmiş olması müstesna) iş bulmakta ya da bir iş kurmakta da zorlanacaktır.

 

Yukarıda bahsettiğimiz kurumlardan mezun olan öğrenciler, kendi ana dilini iyi kullanan, iyi derecede bir yabancı dil bilen, rasyonel düşünen, düşünce dünyasıyla tanıştığı için düşünsel farklılıklara hoşgörüyle yaklaşan, bilgi teknolojilerine hakim, sosyal bilimler ve ekonomi konusunda Formasyon sahibi, ülke ve dünya sorunlarına karşı duyarlı, sözlü ve yazılı anlatım yeteneği açısından gelişmiş bireyler olacaklardır.

 

Daha önemlisi ise, böyle bir durumda, ülke olarak, gelişmiş ülkelerin gelişmemiş ülkelere terk ettikleri birkaç ağır sanayi alanıyla uğraşmaktan kurtularak, tarım ve sanayiden sonra üçüncü dönem ekonomisi olarak ortaya çıkan ve merkezinde bilginin ve iyi yetişmiş insanın olduğu yeni dönem ekonomiye daha kolay uyum sağlayabileceğiz.

 

Bu öğrenciler belki klasik anlamda bir meslek sahibi olmayacaklar fakat bilgi donanımları, zihinsel gelişim ve girişimcilik açısından diğer meslek sahiplerinden daha donanımlı ve daha hünerli olacaklardır. Açıktır ki, bu donanıma sahip olan bir insan ihtiyaç oluşması halinde istediği bir mesleği kısa sayılabilecek bir sürede öğrenebilir. Kaldı ki günümüz dünyası böyle bir esnekliği zorunlu kılmaktadır. İyi bir mesleği olmamasına rağmen sosyal zekâ ve iletişim becerisi açısından gelişmiş birinin iş bulma ya da bir iş kurma ihtimali, bir mesleğe sahip olmasına rağmen bahsedilen hünerler açısından zayıf birine göre çok daha yüksek olacaktır.

 

Dahası ideolojik saplantılardan vazgeçip samimi niyetlerle istenmesi halinde Türkiye’de iyi meslek elemanı yetiştirmek hiçte zor değildir. Hatta çok kolaydır. Bu işin yöntemleri bilinmektedir ve altyapısı hazırdır. Özellikle meslek liseleri, meslek yüksek okulları ve özel kurslar vasıtasıyla bu iş kolaylıkla başarılabilir.

 

Fakat akademik yeterliliğe sahip, iletişim becerisi ve sosyal zekâ açısından gelişmiş insanlar yetiştirmek; yaşam biçimi açısından göçebelikten, iletişim biçimi açısından sözellikten, toplumsal yapı açısından ise kolektivizmden gelen bir ülke için çok kolay değildir. Dahası gerçekten zordur. Kısacası zihin gelişimini ve insan standardını yükseltmeyi hedefleyen akademik bir eğitim üzerinde kafa yormak, günümüz Türkiye’si için daha önemli ve daha önceliklidir. Üstelik klasik meslek eğitimine göre çok daha ekonomiktir.

 

Yukarıda ileri sürülen uygulama ile hem ülkemizdeki insan kaynakları standardı yükselecek hem de zaman zaman üniversitelerimizde görülen ve çoğunlukla kültürel sığlıktan kaynaklanan ideolojik kamplaşmalar en aza inecektir. Ayrıca, bu eğitim kurumları mezunlarından, ihtiyaç duyulduğu takdirde bir yeterlik sınavından geçirilerek Türkçe, İngilizce ve Bilgisayar Öğretmenliği, Rehber Öğretmen, Kamu ve Özel sektörde insan kaynakları yöneticiliği ve halkla ilişkiler gibi birçok alanda ve sivil toplum kuruluşlarında istifade edilebilir.

 

Tüm bunlar ülkemizdeki zihinsel dönüşümün hızlanmasına, girişimcilik kültürünün gelişmesine ve sanayileşme hamlesinin gerçekleştirilmesine katkı sağlayacaktır. Bu süreçle birlikte elbette ki meslek elemanına olan ihtiyaçta artacak ve buna bağlı olarak meslek eğitimi alan öğrencilerin sayısı arttırılacaktır. Tabiî ki akademik eğitimle desteklemek şartıyla... Hedef hem ellerini hem de kafasını iyi kullanan insanlar yetiştirmek olmalıdır.

 

Günümüzde başta Almanya, Belçika ve Hollanda gibi ülkeler başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde çocuklar daha 9–10 yaşlarında yani 4–5. sınıfta bir meslek seçmeye zorlanmakta ya da zorunlu olarak bir mesleğe yöneltilmektedirler. Bu yaklaşım özellikle sanayi toplumu şartları için düşünülmüş bir yaklaşımdır. Ancak günümüzde geçerliliğini yitirmiştir.

 

Türkiye’de zaman zaman bu yaklaşımdan etkilenmekle birlikte son zamanlarda yapılan bir düzenleme ile bir alana ya da bir mesleğe yönlendirme yaşı 14-15 yaşa yani lise birinci sınıf sonuna çekilmiştir. Oysa yapılan araştırmalar meslek seçimi için bu yaşın bile çok erken olduğunu göstermektedir.

 

Super, (1970) yaptığı bir araştırmaya dayanarak, çocukluğun ilk 14–15 yılının meslek gelişimi açısından “büyüme” dönemi olduğunu ve mesleki kişiliğin ya da mesleki benlik kavramının gelişimi için çocuğun 14–18 yaş grubuna ulaşması gerektiğini ileri sürmüştür. Ginzberg’e (1972) göre ise, bireyin sağlıklı bir meslek seçimi yapabilmesi için 18–22 yaşa ulaşması gerekir.

 

Almanya, Belçika, Avusturya ve Hollanda tarafından yıllarca katı bir şekilde uygulanan ve sanayi dönemi şartlarında başarılı da olan, çocukları erken yaşlarda farklı kategorilere ayıran, bir avuç elit grubu akademik eğitime, geriye kalan yığınları ise, meslek eğitimine ve fabrikalara yönlendiren feodalizm kalıntısı eğitim anlayışı artık geçerliliğini yitirmiştir. Bu yaklaşımın en büyük mağdurları ise ne yazık ki, dil öğrenmekteki zorlukları zekâlarının geriliğine bağlanan bu ülkelerdeki gurbetçi Türk çocukları olmaktadır.

 

Bu yaklaşımla, bir zamanlar dünyanın en iyi eğitim sistemine sahip olmakla ünlenen Almanya, bugün mevcut eğitim sistemiyle 30 OECD ülkesi arasında temel matematik ve okuma yetenekleri açısından oldukça gerilere gitmiş durumdadır ve bu anlayışı sürdürmesi durumunda daha da gerilere gidecek gibi gözükmektedir. Bu ısrarının sonucu olarak meşhur Alman ekonomik büyümesi durma noktasına gelmiştir. Bu eğitim yaklaşımı, katı hiyerarşik yapılar yerine esnek ve yatay şebeke ilişkilerin hâkim olmaya başladığı günümüz dünyasında ihtiyaca cevap veremez hale gelmiştir.

 

Son yıllarda birçok Avrupa ülkesinin eğitim sistemleri ağırlıklı olarak olumsuz taraflarıyla gündeme taşınmaktadır. Küçük bir azınlığa akademik eğitim verip diğerlerini çok küçük yaşlarda meslek eğitimine yönlendirmek ve bu çocukları akademik ve entelektüel gelişim açısından geri bırakmanın faturası özellikle bazı Avrupa ülkelerine, neredeyse okuma yazma bilmeyen, temel zihni melekelerden yoksun milyonlarca çocuk ve genç olarak geri dönmüştür.

 

Görünen o ki, teorik temellerini Eflatun ve Aristo gibi antik Yunan düşünürlerinden alan, İbni Sina ve Farabi gibi Müslüman düşünürlerin ise ısrarla karşı çıktığı bu elitist yaklaşımla, sanayileşmiş ülkeler başlangıçta “ellerini iyi kullanan, kafasını ise kullansa da olur kullanmasa da olur, yeter ki fabrikalarda çalışabilsinler” tarzında bir gençlik hedefiyle yola çıkmışlar, fakat sonuçta kendilerini “elini de kafasını da kullanamayan bir gençlikle” karşı karşıya bulmuşlardır. Şimdilerde Almanya gibi ülkeler alıklaşmış, düşünme ve akletme yetisini kaybetmiş bu gençleri rehabilite etmek için milyarlarca euro para harcamak zorunda kalmaktadırlar.

 

Günümüz dünyası, üniversiteli nüfusunu gittikçe artıran, meslek eğitimi ve yönlendirmeyi ise mümkün mertebe daha geç yaşlarda ve esnek yöntemlerle gerçekleştiren ülkelerin öne çıktığı bir döneme girmiş bulunmaktadır. Bunu gerçekleştiren ülkelerde ekonomik büyümenin hızlandığı ve işsizliğin azaldığı da görülmektedir. Finlandiya, İsveç, Norveç ve G. Kore gibi ülkeler bu yaklaşımın en bariz örnekleridir.

 

Çalışan nüfus içindeki üniversiteli oranı, ABD de %38, Japonya’da %36 iken kıta Avrupa’sında bu oran % 25’in altındadır. ABD yükseköğretime bütçesinin %2,6’sını, Danimarka %1,9’unu, İsveç 1,8’ini ayırırken bu rakam Almanya, Fransa ve İngiltere için %1,1’dir.

 

1960’larda eğitim standartları açısından OECD ülkeleri arasında ortalarda olan Finlandiya, çocukları küçük yaşlarda farklı kategorilere ayıran yaklaşımlardan vazgeçtiği için bugün PISA araştırmalarına göre hem OECD ülkelerinin hem de dünyanın bir numarası haline gelmiş durumdadır. Ekonomik büyüme ve düşük işsizlik açısından da paralel bir durum söz konusudur.

 

Finlandiya bunu, okullarını kalite ve müfredat açısından sürekli geliştirerek, üniversiteli sayısını arttırarak ve çocuklara ve velilere yaptırım içermeyen ve sadece ne yapabilecekleri konusunda yardımcı olan rehberlik sistemiyle başarmıştır.

 

Sonuç olarak, günümüzde bilimsel ve teknik eğitim her ülke için özel bir öneme sahiptir ve öyle de olmalıdır. Bununla birlikte, bir kültürel birikim, entelektüel altyapı ve diyalektik düşünce üzerine oturmayan bir bilim ve teknik eğitimi, süreç içinde, bir buhar motorunun ya da bir jeneratörün nasıl çalıştığını bilen fakat yerel ve evrensel gelişmeleri takip edemeyen, çağdaş kavram ve olgular hakkında hemen hiçbir fikri olmayan nesillerin yetişmesine yol açacaktır.

 

Bu körleştirici bir eğitimdir. Böyle bir anlayışın sonucu olarak; ülkemiz sanat tarihi okumadan sanatçı, bilim tarihi okumadan bilim adamı, düşünce tarihi okumadan düşünür, eğitim tarihi okumadan eğitimci ve siyaset tarihi okumadan siyasetçi olunan ve sorunlarını ise el yordamıyla çözmeye çalışan bir ülkeye dönüşmüş durumdadır.

 

Umalım da bu durum tam bir toplumsal afaziye dönüşmeden bir çıkış yolu bulabilelim1. Vücudun kontrol merkezi olan beyni geliştirmeden yani zihinsel gelişmeyi gerçekleştirmeden, diğer yetenekleri öne çıkarmak, eğitim anlayışında bir sapmadır ve süreç içinde ciddi sorunlara yol açması kaçınılmazdır.

 

(1) : “Bir araştırmaya göre, ‘70’li yıllarda Türkiye nüfusunun % 20 si afazikmiş, 80’den sonra bu oran hızla artmış. Afazi Yunanca “dile gelmemiş/dillenmemiş” anlamında aphasia’dan türemiştir. Alıklaşma, düşünme ve akıl yürütme yetisini kaybetme. Dil yeterli olmadığı için akıl yürütememe... Konuşma yitimi, sözcükleri anlama ve kullanma yetisini kaybetme, insanlıktan çıkma, içgüdüleriyle yaşayan, birbirleriyle bağrışmalarla, beden diliyle iletişim kurmaya kalkışan yaratıklara dönüşme... Afazi, özellikle soyut ve sembolik düşünceyi imkânsız kılmaktaydı… Dilleri yeterli olmadığı için akıl yürütemiyorlar, akıl yürütemedikleri için ise en küçük aletleri bile yapamıyorlardı... Erkeksi ilke güçlü olmadığı için soyutlama yetileri de gelişmemişti. Nitekim felsefe, matematik, teorik fizik, sanat hatta ilahiyat gibi alanlarda fevkalade başarısızdılar. Anacıl aşamaya saplanıp kalmış bir beynin soyutlama yapamayacağı ve akıl yürütemeyeceği ortadadır. Bir gezegendeki akıllı yaşamın rüştünü ispat etmiş sayılması için varoluşunun nedenini çözmüş olması şarttır.

 

Konuşma yetimiz ülke çapında zedelenmişti. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde birbirimizle ancak ‘eylem koy!’ ‘tavır al!’ ‘ensesine yapış!’ düzeyinde ilişki kurabiliyorduk. Sapasağlam görünüşlü insanlarımızın konuşulanları bütünüyle anlayamadıklarını, kelimeleri kullanma yetilerini kaybettiklerini söyleseler inanmamayı seçer, “Konuşuyor işte”! der geçerdik... İşte medeni dünyadan sürülmemizle sonuçlanan toplumsal cinnetin özeti...”  (Alatlı, 1999).